M.ARSLAN
  EĞİTİM EKONOMİSİ DERSİ
 

Eğitim Ekonomisi Dersi (EYTEP)
YÜKSEK LİSANS
Dönemsonu Sınavı
(2008–2009 Güz)

Dersin Sorumlusu: Prof. Dr. L. Işıl Ünal
Öğrencinin
    Adı, Soyadı: Muzaffer ARSLAN
    Numarası:     086.300.114

Soru:
Türkiye toplumunun ve eğitim sisteminin özgüllüklerini de dikkate alarak, eğitim sistemini,
1. İktisadî ilkeler temelinde (iktisadî rasyonalite ilkelerine uygun olarak),
2. Eğitimin temel bir insan hakkı olduğundan yola çıkarak örgütlemek üzere;
a. Finansman sistemini,
b. Eğitimin içeriğini ve eğitim süreçlerini,
c. Eğitimsel karar süreçlerini nasıl düzenlersiniz? Niçin?
   Her iki seçenekle ilgili getireceğiniz temel işleyiş ilkelerini ve bunların gerekçelerini belirtiniz.

Açıklama:
Her iki seçenekle ilgili yanıtlarınızı düzenli ve anlaşılır biçimde, ayrı ayrı ve soruda belirtilen başlıkları kullanarak, gerekçeleriyle birlikte belirtiniz. Yanıtlarınızı kaleme alırken kaynak gösterme gereği duyduğunuzda, hem metin içindeki hem de “kaynakça” listesindeki gösterimlerin Enstitü’nün yayımladığı Yönergede belirtilen ilkelere uygun olmasına özen gösteriniz.
Yanıtlarınızı soru formuna iliştirerek, en geç 23 Ocak 2009 Cuma gününe kadar, iletiniz.  Yanıtlarınızı e-mail yoluyla değil, basılı metinler olarak teslim ediniz.

Başarılar dilerim.


1. İktisadî ilkeler temelinde (iktisadî rasyonalite ilkelerine uygun olarak);
   Finansman sistemi: Eğitimin planlanmasında kullanılan yaklaşımlar eğitimi nasıl ele aldığımızı ifade eder. Toplumdaki ortak yaklaşımların kesiştiği noktayı gösterir. Eğitim iktisadı, kaynak kullanımında planlamayı zorunlu kılar. Kaynakların rasyonel dağılımı (en az maliyetle en fazla hizmeti üretmek) söz konusudur. Bu ürünlerin fazla üretmeyi; ihtiyaç duyulan insan gücünü de iyi yetiştirmeyi zorunlu kılar. Piyasacı eğitim anlayışına göre; gelir dağılımı, katma değer ve üretimin artması önemlidir. Bizim ülkemizde planlamanın odak noktası insan gücünü tahmin edip, onu yetiştirmektir.
   Devlet yapmış olduğu eğitim harcamaları yoluyla, eğitim olanaklarını hakkaniyete uygun ve eşitlikçi bir anlayışla dağıtır. Bu noktada ortaya çıkan sorunlara cevap aranır. Eğitimden kim kazanç elde ediyor? Eğitim için kim ödeme yapıyor? Eğitimin maliyetini kim karşılayacak?
   Devlet eğitim hizmetlerini yalnızca sağlamaz. Aynı zamanda öğrencilere burs, yardım ve kredi olanağı da sağlar. Piyasadaki aksaklıklar, eğitimin devlet eliyle finansmanının bir başka gerekçesidir. Devletin temel finansman kaynağı vergilerdir.
   Devlet eğitimle artı değer yaratma çabasındadır. Bu da kendiliğinden “pozitif ayrımcılık” gündeme getirir. Bireysel, toplumsal ve mali getirisi olan vergiler, devletin eğitim harcamalarını kimlerden yana ve ne biçimde yaptığı bütün getirileri etkilemektedir. Özel okullar, dershaneler ve etüt merkezleri gibi yeni sektörler yaratılmıştır.
   İktisat ilkelerine göre eğitim bir bedel doğurur ve bu da hak kavramıyla bağdaştırılamaz. Çünkü bireyin değil kamuoyunun beklentileri ön plandadır. Bu anlayışa göre eğitimin sunucusu devlet olmamalı yalnızca sübvanse etmelidir. Eğitim kullanıcıları (öğrenciler), aileler tarafından finanse edilmelidir. Devlet ise kredi ve benzeri yollarla parasal kaynak sağlamalıdır. İktisadi ilkeler temelinde, devlet eğitimin birey ve toplama yararının farkındadır. Devlet, eğitimin getirisini bilir ve ona göre harcamalarını yapar. Eğitim okulda de işte de olsa bir öğrenmeyi doğurur ve kazanımdır. Amaç eğitiminde verimliliktir. Verimlilik özveriyi gerektirir. Bu bağlamda hangi gereksinimlerin giderileceği, hangilerinden özveride bulunulacağı ise bir tercihi zorunlu kılacaktır. Bu da vazgeçme maliyetini doğurur. Çünkü kaynaklar kıt, gereksinimler sonsuzdur.
   Eğitim üretimi artırıyor, katma değer sağlıyorsa gerçek amacına ulaşmış kabul ediliyor. Bu çerçevede her bireye işletmenin talep ettiği niteliklerin kazandırılması amaçlanmıştır. Niteliksiz nüfusla dünya ile yarışın mümkün olmadığı inancı baskındır. Yaşam boyu eğitim desteklenmeli ve iş dünyasının gereksinimleri çerçevesinde işgücü üretilmelidir. Eğitimin metalaşması ve ticarileşmesi, böylelikle de sermayenin bir kesimin somut çıkarları ile istihdam politikalarının birleştirilmesi savunulur. Bu gidişle de bilgi bireyin kendini ve toplumu değiştirme işlevi yerini faydacılığa terk ediyor. Bugün gelinen süreçte eğitim-bilim ile sermaye arasındaki ilişki yalnızca bir bağ olma özelliği taşır. Üniversiteler ne yazık ki ideolojik meşrulaştırma aracı olmanın ötesine geçememektedir. Üniversiteler, gelinen aşamada sermayenin yatırım alanı olmaktan ibarettir. Eğitim sistemi, “insan mühendis, insan iktisatçı” değil; mühendisi ve iktisatçıyı ön plana almayı amaçlamıştır. Gençlik duyarlılığını ve muhalif görüşlerini kaybetmiştir. Eğitim konusunda kanaat sahipleri girdilerin sayısını, kalitesini ve oranını azaltarak maliyeti etkilemenin peşindeler. Sisteme yeni değerler (teknoloji) katarak etkinliklerini artırmayı amaçlamaktadırlar. Çeşitli önlemler alarak okul süresi, başlama yaşı, sınıf büyüklüğü, ikili hatta üçlü eğitim süreçleri, yıl boyu kullanım, sermaye, öğretmen, devam-devamsızlık, sınıf tekrarları, okul büyüklüğü vb. konularda tedbirler alarak maliyet en aza indirilmeye çalışılmıştır.
   Kapitalist toplumun temel yapı taşı metadır. Meta, aynı zamanda bir üretim öğesidir. Satılabilen, kazanç sağlanabilen bir şeydir. Okul ve eğitim kapitalist toplumun birer metası olmaktan kurtulamamıştır. Devlet eliyle ve parasız olan bu iki olgu, neo-liberal politikalar nedeniyle alınıp satılabilen bir mal olmuştur. Gelinen noktada eğitim, korku ve baskı üreten bir mekanizma olmuştur.
    İktisat ideolojisi, rasyonelliği fayda/maliyet karşılaştırmasını temel alan bir düşünce sistemini yansıttığı ölçüde, hemen her sorunun teknoloji ile çözülebileceğini kabulünü içeren, aklı ve bilimi öne çıkaran bir kavrayışı da içermekte, bu nedenle de aynı zamanda tekçi, eril bir düşünce bütününü ifade etmektedir. (Ünal, 2008)
   Eğitim iktisadı, iktisadın sosyal bilimler üzerindeki sömürgeleştirici etkisinin bir ürünüdür. Toplumsal bir süreç olan eğitim, eğitim iktisadı çerçevesinde bireysel bir süreç gibi ele alınmaktadır. Eğitimsel tercihler bazı politikaların gerekçeleri yapılmaktadır. Eğitim hizmetinin sunumundaki eşitsizlikler, fayda-maliyet çözümlemesine dayandırılmaktadır. Eğitim toplum gerçeklerinden uzaklaşmıştır. İktisat ideolojisi, öğretmene, öğrenciye, okula ve velilere yeni roller yüklemiştir. Öğrenci, öğretmen üretici, tüketici ilişkisiyle metalaştırılmıştır. Eğitime yeni anlamlar verilmiştir. Piyasa (Sömürü) içine çekilmiştir. Bilimsellik kılıfıyla süslenen bu ideoloji, pedagojik olanı politik; politik olanı ise pedagojik göstermiştir. Toplumsal gereksinimler dikkate alınmadan toplum mühendisliğine soyunulmuştur.
   Eğimin içeriği ve süreçleri: Bugün eğitim sistemi, bizi ne için yaşadığımızı ve ne için yaşamak istediğimizi keşfetme konusunda özgürleştiren değil, bizi ve gelecek kuşakları iktisat için yaşadığımıza ikna etmeye çalışan bir eğitim sistemi olarak düzenlemiştir. (Ünal, 2008) Bireyin özgür kimliği, deneyimleri görmezden gelinmiştir. Eğitim sistemi tekçi bir sisteme oturtulmuştur. Fırsat eşitliği esasına dayalı bir hak anlayışı benimsenmemiştir.
   Eğitim hem kişisel, hem de toplumsal bir yatırımdır. Bu bağlamda toplumsal kaynakların kullanılmasında kamu kesiminin kullandığı kanal hükümet’tir. Eğitim kamunun kaynak ayırdığı sağlık, savunma, alt yapı v.b. alanlardan birisidir ve bu alanlar arasında rekabet söz konusudur. Yani kamu kesiminin eğitime ayıracağı kaynak, kamu gelirlerinin büyüklüğü kadar, eğitime ve eğitimin getirilerine verilen önemle de yakından ilgilidir.
   Eğitim bütçesi hazırlanırken; öncelikli olarak kime, ne kadar eğitim verileceğinin belirlenmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Kimin ne kadar eğitim alacağı birçok açıdan incelenmesi gereken bir durumdur. Yani toplumun amaçlarını gerçekleştirme de eğitimin rolünün ne olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Ayrıca toplumun eğitim ve diğer gereksinmeleri karşılamak için sahip olduğu kaynaklarda bu noktada son derece önem taşıyacaktır. Buradan şöyle bir çıkarım yapmak söz konusu olabilir: Eğitimle ilgili alınan kararların finansal sonuçları vardır. Kimin ne kadar eğitim alacağı kararını uygulamak için öğretmen, okul binası, eğitim araçları v.b üretim faktörlerinin hazırlanması gerekmektedir. Bu noktada yapılacak olan cari harcamalar (ısıtma, aydınlanma, personel giderleri v.b), yatırım harcamaları (okul donatımı, arsa tahsisi v.b) ile transfer harcamalarının kestirilmesi gerekliliği söz konusudur. İşte bütün bunların, yani öğrenci sayılarını belirlemek ve eğitim ortamlarını sağlamak için belli ölçütler kullanılmaktadır.
   Bunların başında bireylerin gereksinmelerine ve özlemlerine göre oluşan eğitim talebine karşılık gelen sosyal talep yaklaşımı gelmektedir. Bu yaklaşımda eğitimle ekonomi arasında bir bağ kurulmamaktadır. Eğitim sisteminin işleyişi, bir öğretim düzeyinden diğerine öğrenci akışları ile tanımlanır.
   Diğer bir yaklaşım ise insan gücü gereksinmesi yaklaşımıdır. Buradaki durumda eğitim, ekonominin ayrılmaz bir parçasıdır ve ekonomiyi hızlandıran önemli bir etkendir. Bu yaklaşımda emek faktörü sermayenin bir parçası olarak görülür. Bu doğrultuda planlanacak eğitimin temel görevi, ekonomik ve toplumsal kalkınmanın gerektirdiği insan gücünü hazırlamaktır. Yani kalkınmanın başarıya ulaşabilmesi için gerekli sayıda ve nitelikte insan gücünün, istenilen zamanda kalkınma çabasına katılma işidir denilebilir.
   Getiri oranı yaklaşımı, eğitimi yaygınlaştırmayı, bunu yaparken de bu işi bir yatırım olarak görmeyi amaçlar. Yani eğitime yapılan toplumsal yatırımların getirileri ile sağlık ya da bir sanayi yatırımının getirileri karşılaştırılabilir. Bu bağlamda eğer eğitim yatırımının getirisi diğer yatırımların getirisini aşıyorsa, eğitim yatırımı gerçekleştirilir.
   Eğitimin piyasalaştığı ortamda çeşitli yöntemler uygulamaya konulmuştur. Bunlar: Özelleştirme, Serbestleştirme ve Piyasalaştırma’dır. Piyasalaşan kamu işletmeciliği anlayışı sonucu özel işletmelerde Ekonomiklik, Etkinlik ve Verimlilik ön plana çıkmıştır. Eğitim ise arkalarda bir yere konulmuştur. Devlet asli ödevini yavaş yavaş girişimcilere terk etmiştir. Oysa eğitim kamu hizmetidir. Vakıf, şirket, firmalara bırakılmayacak kadar önemlidir. Okul müdürleri, kaynak bulan ve yöneten işletmeci durumuna getirilmiştir. Okul yöneticisi, okula finansman sağlayan, okul bahçesini otoparka çeviren bir işletmecidir. Aidat toplayan bir bireydir o. Oysa okul yöneticisi, kar amacı gütmeyen, eğitim olanakları sunmaya çalışan bir arz kesimidir. Piyasacı eğitim yöneticisi ise ekonomiye tepki gösteren ve kar gözeten arz kesimi olarak tanımlanabilir.
   Piyasa şartlarının geçerli olduğu bir düzende eğitim, bireyler tarafından tüketim değil, yatırım malı olarak görülmektedir. Eğitimi sürdürme kararı almada, öncelikle mezuniyet sonrası istihdam olanakları ve ücrete ilişkin beklentiler önemli olmaktadır. Bu durum eğitimin verimlilik ve dolayısıyla kazançlar üzerinde olumlu bir etkisi olduğunun birey tarafından algılandığını gösterir. Tabi bu noktada öğrencinin eğitimine devam kararı alması beraberinde yaşama maliyeti (harçlar, okul giysileri, ders kitapları v.b maliyetler) ve fırsat maliyeti kavramlarını karşımıza çıkarmaktadır. Fırsat maliyeti ailelere yüklenen bir maliyet olarak değerlendirilebilir. Çünkü öğrenciler zamanlarını üretim ve aileye katkıda bulunmak amacıyla da kullanabilecekken, zamanını eğitime ayırarak ücretten fedakârlık etmektedirler. Bu durumun maliyetine katlanmak belli bir ekonomik gücü gerektirmektedir. Özellikle sosyo-ekonomik açıdan geri kalmış bölgelerde öğrenciler üst eğitim kurumlarından bu durum dolayısıyla daha az yararlanmaktadır. Çünkü ailelerine yardım amaçlı olarak emeklerini iş gücü piyasasına sunmak durumunda kalabilmektedirler. Hatta bu bölgelerde okuyacak çocuğun cinsiyeti bile önem kazanmaktadır. Piyasa koşullarında erkek çocuğun daha fazla şansa sahip olduğu inancından dolayı ( bu ekonomik, psikolojik, toplumsal temellidir.) tercih yapılması gerekiyorsa bunu kız çocukları okutmamak yönünde kullanabilmektedirler.
   Bütün bunları değerlendirdiğimizde öğrencilerin okul başarılarında ve yaşam şanslarında ailelerinin sosyo-ekonomik düzeylerinin ne derece önemli olduğunu görmekteyiz. Yani daha iyi okullarda daha üst sosyo-ekonomik düzeyden gelen bireylerin bulunduğunu ve yüksek ücretli, saygın konumları yine bunların dolduracağını söyleyebiliriz. Diploma piyasa mekanizmasında önemlidir ve bireylere bunu elde etmeleri için eğitim maliyetleri doğurmaktadır.
   Eğitimi piyasa şartlarına göre ele alıp değerlendiriyorsak, burada nitelik ve verimlilik gibi ekonomik terimlerin de eğitim içerisinde yer aldığını söyleyebiliriz. Bu şekilde eğitim tür ve düzeylerine bakacak olursak; ilköğretimde verimlilikle bağlantılı olarak toplumun beklediği kalıp davranışlar kazandırılır. En az ölçüde yapabileceği işlerde belli bir algılama düzeyine gelmiş olması gerekmektedir. Bazı uyma davranışlarını da yapması gerekir. Bunları yapamadığı zaman toplumdan soyutlanır. ‘üstlere nasıl konuşulur?’, ‘Temizlik nasıl yapılır?’ gibi. İtaat ve verilen emrin yerine getirilmesi söz konusudur. Kısacası bireyden uyma, ortama uyum sağlama ve ona uygun davranılması beklenmektedir. Orta öğretimi iki düzeyde ele almamız gerekmektedir. Ara insan gücünü ifade eden mesleki teknik eğitimde bireyler genel mesleksel beceriler kazanırlar. Genel liseler de ise, öğrenme yeterlikleri ile belli bir bilgi ya da zihinsel beceriler kazanmaktadırlar. Yüksek öğretim de ise bireylerin, özellikli mesleksel bilgi ve beceri özellikleri kazandıkları düşünülmektedir. Yine bu düzeyde karar verme, sorun çözme, yaratıcılık özelliklerinin de kazandırılması düşünülür.
   İnsanı özne olarak ele alıp verimliliği dikkate almadan duruma bakacak olursak; piyasadan arındırdığımız öğrenim tür ve düzeylerinden ilköğretim basamağında toplum içinde yaşamanın bir gereği olarak bazı kuralları bilen, okuma yazma becerisi kazanmış, bazı zihinsel ve duygusal gelişmeleri sağlamış bir birey amaçlanır. Ortaöğretim mezunlarına gelindiğinde ise; kafasında daha fazla kavram olan ve bunları sorgulayan bir birey olarak algılayabiliriz. Hatta kendisini de eleştirebilen, iç görü sahibi özellikleri olduğunu da söyleyebiliriz. Yüksek öğretim basamağı içinse, birey olarak ayakta durabilen, içinde bulunduğu toplumu ve kendisini sorgulayan özellikler taşıyan kişilerin yetiştirilme basamağıdır denebilir. İşte bu nokta da eğitim finansmanı için kaynakların ayrımının yapılmasında toplumun ve politik değerlerin önemi ve bireylerin eğitime yükledikleri anlamlar öne çıkmaktadır. Yani eğitim programlarının kazandırdığı eğitsel nitelikler iş gücü piyasasında geçerliyse, toplumun ve bireyin eğitim anlayışı buna göre şekillenmişse kaçınılmaz olarak eğitime ayrılacak kaynaklarda bu durumdan etkilenecek, piyasanın istekleri doğrultusunda eğitim finansmanına yön verilecektir.
   Karar süreçleri: Eğitim, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, özünde, insan için, insan tarafından, insana göre ve insanca yürütülen/yürütülmesi gereken çalışmadır. Eğitim, kapitalist sistemin tüm insansızlaştırma girişimlerine karşın, hem öznesi hem de nesnesi insan olan bir etkinliktir. Eğitimin hak oluşunun kökeninde, insanların kendilerini içinden çıktıkları hayvanlar dünyasından özgürleştirmek için verdikleri mücadele yatar. İnsanın daha fazla insan olma süreci olan eğitim, elbette hayvanlar âleminde geçerli olan doğal ayıklanma yasalarına göre düzenlenemezdi. Peki eğitime temel bir insan hakkı olarak baktığımızda durum nedir?

   2. Eğitimin temel bir insan hakkı olduğundan yola çıkarak örgütlemek üzere;
   Finansman sistemi: Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da egemenlerin sözü geçiyor. Egemen güce göre eğitim bir hak değildir. Oysa eğitim en doğal bir haktır. Eğitime hak olarak bakan bir yaklaşımda, neo-liberal düzenin aksine, toplumsal üretimden, cari tüketimler hariç, kamu hizmetlerine ve birikime ne kadar kaynak ayrılacağı sermayenin değil örgütlenme biçimine bağlı olarak toplum adına ya yerel yönetimler ya da merkezi karar otoritesi karar verir. Bu nedenle, hem hizmete yönelik talebin şekillenmesi sermaye ideolojisi altında oluşacağından farklı olur, hem de toplumsal ideoloji altında oluşan hizmet talebinin karşılanması maliyeti bir sorun oluşturmaz. Bu koşullar altında eğitim hizmeti, bireyi maddi sermaye bileşeni olarak “beşeri sermaye” niteliğinde oluşturan bir hizmet olarak değil, bireyin kendisini geliştirme aracı olarak ‘talep edilen’ bir hizmet olarak görülür. Yani kendisini geliştirmek isteyen birey, istediği şekil ve biçimde bu haktan faydalanır.
   Bu yaklaşıma göre şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; eğitim hakkına erişim ile eğitime erişim hakkının bilinçli ya da bilinç dışı olarak aynı anlamda kullanıldığı günümüzde, eğitimi gerçekten hak olarak alan bu yaklaşımda sosyo ekonomik farkların olmadığı, iş rekabeti ya da eleme denencesinin olmadığı, cinsiyet,  din, ırk vb. durumların etkin olmadığı bir düzen sağlanabilir. Bu doğrultu da Gümüşhane’deki vatandaş ile Ankara’daki vatandaşın eğitimden yararlanmaları tamamıyla kendi tercihleri düzeyinde olacaktır. Yani bu yaklaşımda eğitimden yararlanmada bireyler arasında rekabetin olmadığı, ücret mekanizmasıyla rakiplerin dışarıda tutulmadığı bir düzen adlandırılır. Buna göre eğitim salt toplumsal bir maldır ve bireyler bu toplumsal maldan ölçüt olmaksızın zevk ve isteklerine göre yararlanırlar.
   Anayasa gibi bağlayıcı bir metinde ve bunca uluslar arası antlaşmada temel hak olarak dillendirilen eğitim hizmetinin sunumu ve tüketimi ne yazık ki piyasaya bırakılmıştır. Eğitim ticarileşmiştir. Harcamalar kısılmış, kamu kaynakları özel adı altında bir kısım girişimcilerin eline teslim edilmiştir. Bu da onu alınır satılır mal yapmaktadır. Teknoloji bu anlamda yer yer teknoloji fetişizmi’ne vardırılmış, öğretmen önemsizleştirilmiştir. İş dünyasının doyum düzeyine ve taleplerine uygun kendini geliştirmiştir. Foucault’un deyimiyle “Kendi kendini imal eden”dir.
   Üniversite gençliği düşünmekten, araştırmaktan ve tartışmaktan uzak “kariyer” arışçısı, rekabetçi ve diploma avcısı durumuna getirilmiştir. Sömürü ekonomisi çerçevesinde ‘yeni insanı’ yaratmak ‘sömürge kültürü’ oluşturmak, ‘işbirlikçi’ bireyler üretmek temeline taşınmıştır. Özel eğitime sonsuz destek ve teşvik verilmiş fakat devlet terkedilmiştir. Yeni sömürge zihniyeti oluşturulmaya çalışılmıştır. Eğitimin standartlaştırılması, müfredatın modernleştirilmesi çabaları hep yeni sömürü toplumları oluşturma arzusundandır. Öğretmen, iktidarın her emrine boyun eğen, sorunları görmezden gelen, eleştirel bakmayan bir insandır. Bütün bunlar eğitim özerkliğini ortadan kaldırma çabasıdır.
   Kamusal eğitim, insana yaşamını kazanacak teknik becerinin yanında, analiz yapmak için eleştirel araçları da sağlar. Okul, basit olarak yukarıdan aşağıya doğru işleyen dikey bir etkinin ürünü değil; yatay ve tabandan gelen bir etkinin ürünüdür. Halkın toplumsal mücadelesinin ve kazanımlarının tarihidir.
   İnsanın gereksinimleri çoktur. Zaman ve yere göre bu gereksinimler çeşitlilik kazanır. Eğitim hem bireysel hem de toplumsal bir gereksinimdir. Eğitim hizmetlerini üretmek ve dağıtmak eğitim sisteminin görevidir. Eğitimsel üretimde mal ve hizmetlerin üretimi firmalara veya işletmelere devredilmiştir. İktisadi bakışta girdiler üretime dönüştürülmeye çalışılır. Firmaların amaçları kardır. Öğrencilerden beklenen ise ortalama performanslarını yükseltmeleridir. Okul devletin denetimi altında işleyen bir üretim birimidir. Amaç ise yarar artırmaktır. Eğitim sürecine üretim süreci olarak bakılır. Üretim faktörlerinden işgücü, sermaye ve toprak temel üretim etkenleridir.
   Devletin üretim faktörlerini sayacak olursak bunlar: emek (İş gücü), doğal kaynaklar, sermaye ve girişimciden oluşur. Devlet bu üretim faktörlerini üretici mantığıyla ele alır. Tamamen faydayı amaçlar. Mal, hizmet ve faydanın temel mantık olduğu bu anlayışta süreç içerisinde elde edilen kar, tüketici ve bölüşüm unsurlarıyla gerçek amacına hizmet eder. Üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerini zaman ve mekan faktörlerinden bağımsız bir şekilde ele alır, değerlendirir. (Dinler, 2005)
   Eğitim süreçlerinin işgücü etkenini, öğretmen, öğrenci, yönetici, denetmen ve destek-yardımcı hizmetler oluşturur. Yönetici konumundakiler girişimcilerdir. Eğitim süreci içinde bütün girdiler, uygunluk, hazır bulunuşluk ve tutarlılıkla, istendik ürünler elde edebilmeyi amaçlar. Öğrenci, eğitim süreci dışında geçen öğrenme yaşantıları rastlantılara bağlıdır. Belli yaş grubu, hazır bulunuşluk düzeyinde ele alınır. İstendik öğrenmeleri hızlandırır, gerçekleşme olasılığını artırır. “Eğitimi ekonominin yasalarına teslim etmişiz. Güçlünün insafı derecesinde hak elde ediyor, ondan faydalanabiliyoruz.” (Özsoy, 2009)
   Karar süreçleri: Ekonominin kavramları olan teknik, verimlilik gibi kavramlar eğitimin doğasıyla bağdaşmaz. Eğitimde karar verecek olan eğitimin öğeleridir.  Halk nasıl, ne kadar ve niçin alması gerekteğini iyi bilir. Bunun kararını da yine kendisi vermelidir. Ufak tefek sorunun kaynağına inilse de ‘fildişi kule’lerden bakan politikacılar, kamusal alan ve hak kavramlarından korkup yine sırça saraylarına dönerler. Hemen her konuda olduğu gibi “Yasayı yapan, düdüğü çalıyor. Oysa yasa mutlak doğru değildir. O da değişebilir. Yasalar gerekli ama sonsuz, tek doğru değildir. Böyle olsaydı hala Hammurabi yasalarıyla yaşamaz mıydık?” (Özsoy, 2009). Eğitimi ve onun sorunlarını teknik bir bakış açısıyla yorumlamak bir kere onun varlığına aykırıdır. Bu nedenle eğitimde gelişmeden söz açılınca hep para sorunu ortaya çıkıyor. Ne var ki ülkemizde hemen her alanda kaynak bulunuyor ama sıra eğitime gelince başarısızlıkların tek sebebi “kaynakların kıtlığı” oluyor. “Kaynakların kıt olduğunu varsayalım peki neden bu kıt kaynaklardan zenginler, seçkin kesimler olumsuz etkilenmiyor? Zenginler ve kutsanmışlar için dere tepe dümdüz nedense! (Özsoy, 2008)
   Sonuç olarak; piyasa düzeninde eğitim bir yatırım olarak görülmektedir. İyi bir iş ve konum isteyen kişi eğitimin kendisine yüklediği maliyetlere katlanmak zorundadır. Aynı şekilde toplumsal kaynakların eğitime kullanılmasında da sermayenin nasıl bir iş gücü istediğinin önemi büyüktür.
   Eğitimi, insanın temel haklarından biri olarak gören yaklaşımda ise eğitim ekonomiyle bağdaştırılamaz. O bir haktır ve birey bu haktan ne derece yararlanmak, kendini gerçekleştirmek isterse o derece faydalanır. Bu noktada toplumsal kaynaklar eğitim istemi olduğu müddetçe sınırsız olarak sunulmalıdır. Eğitime katkı payı, eğitime %100 destek, haydi kızlar okula, bilgisayarlı eğitime destek, bir tıkla bir kızı kurtar, falan filan…  Bütün bunlar gösteriyor ki eğitim, profesyonel ruhla araçsallaştırılmıştır. Profesyonellik, hak, fırsat ve imkan eşitliği, insan haklarına saygılı olma, aktör vb… kavramlar yeniden ele alınmalı ve yerine oturtulmalıdır. 

Kaynakça

1. Ünal, Işıl (2008) İktisat İdeolojisinin Yeniden Üretim Süreci Olarak Eğitim Öğretmen İmgesi

2. Ercan, Fuat (2006) Eğitim ve İstihdam Politikalarına Toplu Bir Bakış, Özgürlükçü Gençlik

3. Petras, James (2004) Eğitimde Yeniden Sömürgeleştirme Mücadelesi (ALCA ve Ezenlerin Pedagojsi)

4. Özsoy, Seçkin, ‘’Eğitim Toplum Bilim Dergisi’’ , Sayı: 6, 2004

5. Özsoy, Seçkin, (2008) Eğitimin Politik Analiz Ders Notlar,

6. Özdemir, Murat (2006) Kamu işletmeciliği “Eğitimin Piyasalaştırılması Kıskacında Yeni Paradigma”

7. Ercan, Fuat , ‘’Kapitalizm ve Eğitim’’

8. Kavak, Yüksel-Ekinci, C.Ergin (1994) Eğitimin Finansman Sorunu ve Maliyetlerin Azaltılmasına İlişkin Alternatif Stratejiler, Hacettepe Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, 10, 65-72

9. Ercan, Fuat (2007) Kapitalizm ve Küreselleşmenin Eğitim Bağlantıları, Refleks Dergisi, 2

10. Dinler, Zeynep (2005) İktisada Giriş, Ekin Kitabevi Yay. Bursa

11. Tuzcu, Gökhan (2004) Eğitimin finansman gerekleri ve Boyutları, M.E. Dergisi, 163

12. Şişman, Mehmet-Taşdemir, İbrahim (2008) Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi, Pegem Akademi

13. Özdemir, Servet- Cemaloğlu, Necati, Eğitimde Örgütsel Yenileşme ve Karara Katılma

 
  Bugün 1 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol